11 Kasım 2013 Pazartesi

“KURT BUNALINCA ŞEHRE İNER, KUL BUNALINCA DAĞA ÇIKAR!”

Yahya Düzenli
duzenliyahya@gmail.com

Atasözü haline gelmiş bir Anadolu özdeyişi var: “Kurt bunalınca şehre iner, kul bunalınca dağa çıkar.” Bu özdeyiş, modern zaman şehirlerinde insan-şehir ilişkisinin bugün büründüğü hali ifadede nefis bir referanstır.

Biz özdeyişin “kul” tarafını biraz açalım. Kul için şehir yaşanamaz hale gelince, bunalım başlayınca, şehrin kaosu insanın varlık nedenini ortadan kaldırınca yâni, bunalım başlayınca artık şehri terk etmek bir mecburiyet olarak ortaya çıkıyor. Peki nereye? Başka bir şehre mi? Modern zamanlarda belki böyle bir tercih söz konusudur. Ancak, modernite tüm şehirlerin kimyasını bozunca ve hafızasını silince şehirler de birbirini tanıyamaz hale geldi. Klonlanmış, kopyalanmış ‘nekropoller’e dönüştü.

Bu özdeyişin ortak hafıza ifadesi haline geldiği, geçerli olduğu ‘eski zamanlar’ı düşündüğünüzde şehirden kaçıp da sığınılacak tek yer  “dağ” idi. Bunalan insan ‘dağda huzur’ buluyordu.

Şehir “yaşanamaz” hale gelince  ‘kul’ için dağa sığınmaktan başka çare yoktur. Çünkü dağlar güvenlidir, kendini savunmak için sırt verilecek yerdir. Tıpkı Dadaloğlu’nun “ferman padişahın dağlar bizimdir” dediği gibi dağlar insan için çok daha güvenilir, müşfiktir.

Metropollerimiz nekropole dönüştü. Bunaldık. Ama buna aldırmadık.
Şehirde bunaldık,  ama şehri terkedemiyoruz.
Şehirde bunaldık, ama dağa çıkamıyoruz; elimizde yol haritamız yok.

Şehirde “huzurlu” değiliz. Şehirde güven kalmadı. Çünkü “tüfek icad oldu.”
Şehir bize, biz şehre yabancılaştık. Hatta düşman olduk.
Niçin?
İkimiz de varlık sebeplerimizi unuttuk, yok ettik.

Şehir öyle kuşattı ki bizi, artık “dağa çıkmaya” izin vermiyor. Verse de dağa çıkmaya korkuyoruz. Ama dağlar kurdun “şehre inme”sine müdahale edemiyor. Şehre inen kurt geri dönüyor.

Kurt “aç” kalmıştır. Tek derdi “yiyecek bulmak”tır. Dağlar ihtiyacını karşılayamaz, şehre iner ama o gene yurduna geri döner.  İnsanoğlu da vahşileşen şehir hayatının getirdiği “yaşamak için yoketmek zorundasın!” buyruğuna mahkûmdur artık! Dağa da çıkamıyor!

Dağa çıkamayan insan şehirde çürüyor. Kurt bizden çok daha hür ve iradeli.

Burada Üstad Necip Fazıl’ın “Dağlarda Şarkı Söyle” şiirini hatırlıyoruz:

“Al eline bir değnek,
Tırman dağlara, söyle!
Şehir farksız olsun tek,
Mukavvadan bir köyle.

Uzasan, göğe ersen,
Cücesin şehirde sen;
Bir dev olmak istersen,
Dağlarda şarkı söyle!”

İşte Üstad’ın mısralarındaki “dağ imajı” “bunalan kul”un çıkacağı, huzur bulacağı yerdir. Çünkü dağlar insanın kendisini hissedeceği, varlığını idrak edeceği kirlenmemiş mekânlardır.

Bir zamanlar nasıl ki “bizim şehrimiz” huzur mekânı idiyse, “bizim dağımız” da huzur mekânıydı. İnsan, hayvan, nebat ve cemadat ‘haddini aşmaz’dı.

Bu bağlamda, “Kurt bunalınca şehre iner, kul bunalınca dağa çıkar” özdeyişi bana Fransız şair C. Baudlaire’i hatırlattı. Her büyük şair gibi O’nun da yaşadığı “entelektüel kriz”den Paris Sıkıntısı adlı eserinde ipuçları verir.

Şehrin verdiği sıkıntıyı, bunalımı derinden hisseden, yaşayan Baudlaire  bu kitabında “Yabancı” başlığı altında şu diyaloğu verir:

“Söyle, anlaşılmaz adam, kimi seversin en çok, ananı mı, babanı mı, bacını mı,
yoksa kardeşini mi?
“Ne anam, ne de babam var, ne bacım, ne de karde­şim.”
“Dostlarını mı?”
“Anlamına bugüne kadar yabancı kaldığım bir söz kullandınız.”
“Yurdunu mu?”
“Hangi enlemdedir, bilmem.”
“Güzelliği mi?”
 “Tanrısal ve ölümsüz olsaydı, severdim kuşkusuz.”
 “Altını mı?”
 “Siz Tanrı’ya nasıl kin beslerseniz, ben de ona öylesi­ne kin beslerim.”
 “Peki, neyi seversin öyleyse sen, olağanüstü yabancı?”
 “Bulutları severim… işte şu… şu geçip giden bulutları… eşsiz bulutları!”

Şehrin insana “varlık nedeni”ni unutturan kaosuna ve tabiatın verdiği huzura gene Üstad Necip Fazıl’ın 22 yaşında iken yazdığı “Şehirlerin Dışından” şiirindeki mısralardan bakalım:

“Kalk, arkadaş, gidelim!
Dereler yoldaşımız,
Dağlar omuzdaşımız,
Dünyayı seyredelim,
Şehirlerin dışından.
………………………..
Sema, deniz ve yeri,
Çepçevre, iklim iklim,
Dolaşalım, gezelim!
Yollar bizden bir izdir,
Ne duysak sesimizdir.
Ne görsek benzer bize.
Hiç şaşmayan bir saat
Gibi işler tabiat,
Uyarak kalbimize.
………………………..
Bir gün gelir ölürüz,
Haberimiz olmadan.
Ve o zaman, o zaman,
Hayat neymiş görürsün!
Bırak, keyfini sürsün,
Şehirlerin, köleler!
Yeter bizi tuttuğu!
Tükensin velveleler!
Kalk arkadaş, gidelim!
İnsanın unuttuğu
Allahı zikredelim;
Gül ve sümbül hırkamız,
Sular, kuşlar, halkamız...

“Kul bunalınca dağa çıkar” ama, artık bunalmış “kul” “nereye gideceğini” bilemiyor; yürüyor, koşuyor, yokediyor, yokoluyor!

Yaşadığımız şehre bakın! Plazaların, AVM’lerin, rezidansların “kıyamet alametleri” şeklinde ürkütücü bir biçimde yükseldiği şehirlere kurt bile inmekten korkar!

“Bunalan kurt”un şehre inmekten bile ürktüğü, korktuğu; “bunalan insan”ın gidecek yer bulamadığı  modern zamanların nekropolleri haline gelmiş şehirlerin kuşattığı bir dünyanın sonu hayr olur mu dersiniz?


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder