17 Eylül 2012 Pazartesi

BİR ŞEHİR ÜTOPYASI: NİZAMÎ'NİN "İSKENDERNAME"Sİ...


Yahya Düzenli
duzenliyahya@gmail.com

12. yüzyıl şairlerinden Genceli Nizamî İskendername isimli eserinde Büyük İskender’in Doğu seferinde bir şehre uğradığını ve o şehrin İskender’e olağanüstü ilginç geldiğini anlatırken, kentin sahip olduğu değer ve ahlâktan kesitler verir. Farabi’nin “Medinet-ül Fâzıla”sı gibi bir “ideal şehir” tasavvuru olan İskendername’de, İskender Kuzey seferinden dönerken daha önce hiç kimsenin bilmediği, görmediği çok güzel bir şehre rastlar. Her tarafı yemyeşil verimli arazilerle dolu, akarsuları bol, meyve ve bahçeleri muhteşem, sayılamayacak kadar koyun, inek ve atlarla dolu bu şehrin ilginç bir özelliği vardır: Bahçelerinin etrafında herhangi duvar veya çit bulunmaz, bekçisi yoktur, sürülerin başında çoban da yoktur.

İskender’in ordusunda bir asker ağacın birinden meyve koparırken yere düşer ve felç olur. Bir koyunu yakalamaya çalışan diğer bir asker sıtmaya tutulur. Bunun üzerine İskender hiçbir şeye dokunulmamasını emreder. Bazı bilge kişileri yanına alan İskender uzaktan görünen şehre doğru ilerler. Fakat daha da ilginci, zamanın bütün şehirleri surlarla çevrili ve kapıları varken bu şehrin ne surları ne de kapıları vardır. İskender şehirden içeri girer, daha da şaşırır çünkü türlü türlü nimetlerle dolu olan dükkanlar-işyerleri de kilitsizdir, kapıları açıktır.

Şehir halkı İskender’i sevgi ile karşılar ve onu bir saraya getirirler, sofra kurarak hizmet ederler. Yemekten sonra İskender bu şehirde gördüklerinin sebebini sorar. Şehrin yaşlıları ona “Bizler kadîm zamanlardan beri burayı yurt edinmiş bir halkız. En önem verdiğimiz değer; doğruluktur.” derler. Şehir halkının huzur içinde oluşu da doğruluklarından kaynaklanmaktadır. Yaşlı bilgeler “Biz kesinlikle yalan söylemez, hiçbir şeyi sorgulamayız. Allah’tan gelen her şeye şükrederiz. Zor durumdakilere yardım eder, zarara uğrayanların zararını karşılarız.” derler.

Mülkiyet ihtiraslarının olmadığı şehirde toplumsal statü savaşları da yoktur. Nizamî’nin bu “ideal kent”inde müthiş bir huzur, güven ve emniyet ortamı mevcuttur. Nizamî bu şehrin “ilâhi bir güçle korunduğu”nu ifade eder. Eğer bir yabancı şehrin ‘değer’lerine saldırırsa kalbine bir ok saplanır ve anında ölür. “Vahşi hayvanlar bile sürülerimize bir zarar veremezler” der. “Bizler tohumu tarlaya eker ve bir daha hasat zamanı uğrarız. Bütün işlerimizde Allah’a tevekkül ettiğimiz için tarlalarımız da bire yediyüz mahsül verirler.”

Bu ideal kentte önemli bir ilginçlik daha vardır. O da paranın hiçbir değer taşımayışıdır. “Altının, gümüşün bizim için hiçbir değeri yok. Onun için cimriliğin ne olduğunu bilmez, birisinden zorla hiçbir şey almayız.” der.

Nizamî, bu ideal kentte halkın tabiatla barışık yaşadığına da dikkat çekerek, “Gereksiz yere avlanmayız, ihtiyacımız olduğunda av hayvanları kendileri gelir ve biz de gerektiği kadar avlarız” der.

Gene Nizamî’nin bu ideal kentinde insanlar başlarına gelen musibetlere karşı rıza içindedir ve “kaza ve kader”e inanmışlardır, onun için de bunları lütuf sayarlar.

“Şehrimizde ancak yaşlılar ölür ve biz onlar için yas tutmayız. Çünkü bunun bir işe yaramadığını biliriz. Birisinin yüzüne karşı söylenmeyecek şeyi onun arkasından söylemez,hiç kimsenin işine karışmayız” diyerek ilâhi kadere inançlarını dile getirir.

“Aramızda yaşayacak kişi de bizim gibi doğru, temiz ve kanaatkâr olmalıdır” diyen Nizamî, bu değerlerin kentliler için vazgeçilmez nitelikte olduğunu belirtir.

Nizamî’nin “İdeal kent”inde gördükleri ve duydukları İskender’i öylesine şaşırtır ki artık dünyayı dolaşmaktan vazgeçer. İskender o zamana kadar böyle bir şehir ve şehir halkını ne işitmiş ne de kitaplarda okumuştur. Hayatı boyunca aradığı şeyin böyle bir şehir, halk ve değerler olduğunu anlar ve şehir halkına hazineler bağışlayarak kendi vatanına doğru tekrar yola çıkar.

Nizamî, 9 yüzyıl önce yazdığı eserde “değer”le “ahlâk”ın bütünleştiği bir ideal kent tasarımı ortaya koymaktadır.

Nizamî’nin bu “ideal kent”i, genel ve geniş anlamda iki dünya görüşünün yâni doğu ve batının temel ayrışma çizgilerini, değerlerini de ortaya koyuyor. Şehir ve ahlâk, şehir ve değer, şehir ve geçicilik gibi varoluşa ilişkin konu ve sorulara da ışık tutuyor.

Böyle bir şehir gerçekten var mı, demeyin. Çünkü; olması gereken her şey öncelikle “tasavvur”a muhtaçtır.

Gerek batı gerekse doğu edebiyatında “ideal kent” veya “kent ütopyaları”nın çok fazla olmadığı göz önüne alındığında Nizamî’nin İskendername’sinin önemi anlaşılır. Türkçeye hâlâ çevrilmemiş olan bu güzel eserin, tarihi “şehir ütopyaları”mız arasında önemli bir “klasik” olarak yer alacağını düşünüyoruz. Gerçi bu konuda bir ilk olan Farabi’nin “Medinetül Fazıla”sı bile gerekli ilgiyi görmedi ki Nizamî’nin “İskendername”si mi görecek?

Hayalinizde bir şehir ütopyanız varsa yâni “yaşanmaya değer” bir şehir tasarımınız varsa, bunu reel kılmak için çabalarsınız. Ütopya hiçbir zaman “gerçekleştirilmesi mümkün olmayan”, sadece hayale konu olan değildir. Hayalden hakikate akan bir ‘tasavvur’dur. 

Bugünkü şehir yöneticilerimizde olmayan da budur. Yâni, ‘ideal şehir tasavvuru’nun olmadığı şehir yöneticilerinin mebzûl miktarda şehirlerimize musallat olduğu, birbiriyle yarıştığı bir ülkede şehirlerimizin haline acımaktan başka yol bulamıyoruz.

Evet… Bizim şehrimiz yapıların toplamından ibaret değildir. Değişik mekânların bir coğrafyada düzenli veya düzensiz sergilenişi şehri meydana getirmiyor. Yâni, yaşayanların “yaşanmaya değer” şehirde (İdeal kent’te) “değer ve ahlâk”la varoluşlarıdır esas olan.

Medeniyet ve şehir idraki, öncelikle şehre dair hayalle başlar. Şehre dair hayali olmayanın şehre dair hakikati de olamaz!

Not: Konu ile ilgilenenlere İdeal Kent Dergisi’nin ‘Kent Ütopyaları’ konulu 5. sayısını tavsiye ederim.




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder