3 Nisan 2012 Salı

RUHANİLİĞİ TERKEDİLMİŞ ŞEHİR...


YahyaDüzenli
duzenliyahya@gmail.com

Medeniyet seyyahı Evliya Çelebi Seyahatnamesinde Kudüs’ü anlatırken Hristiyanlarca kutsal sayılan bir mekândan bahseder ve “Hikmet bu kim bu kadar zib ü ziynet ile ruhaniyet yokdur, gûya bir temaşagâhdur” der. Yâni “hayret verici olan, o kadar güzel süslemelere karşı ruhanilikten yoksundur, daha çok seyirliktir” der. Seyahatname’sinde anlattığı Bursa için ise “Hâsılı Bursa ruhaniyetli bir şehirdir” der. Evliya Çelebi’nin bu müthiş gözlem-tespitlerini tüm şehirler ve şehir mekânları için ölçü kabul edebiliriz.

Muhakkik Mimar Turgut Cansever de bir medeniyet mimarı kimliğiyle “İnsanı insan yapan bakma tavrıdır!” der.

Modern zaman şehirlerine ve onların neredeyse mabedleri haline gelen AVM’lerine, devlet yapılarına, özel mekânlarına, okul, sosyal tesis, vs.’lerine Evliya Çelebi’nin bu “ruhanilik” gözleminden yola çıkarak baktığımızda; bırakın ruhaniliği, ruhanilik diye bir şeye ihtiyaç hissedilmediği, ruhaniliğin terk edildiği bir yüzyılda şehirde Kafka’nın (sabah uyandığında kendisini bir böcek gibi gören kahramanı) Gregor Samsa’sı gibi yaşıyoruz.

Ruhanilik… Yâni eşyanın, şehrin/mekânların size kendisini hissettirmesi… İnsanın eşya/şehir ile canlı temas kurması… İnsanın şehir ve mekân karşısında kendisini yabancı hissetmemesi… Şehirle, mekânla konuşabilmesi… İnsanın şehrin dilini anlaması, şehrin de insanın diline aşina olması… Varlığın anlamının kavranması, hissedilmesi… Şehirde/eşyada/mekânda bulunan muhtevanın size kendi kokusunu verebilmesi… Nihayetinde şehir ruhu, medeniyet kaynaklı olarak ‘yaşanmaya değer’ bir hayat verir şehre…

Ruhanîliğin etimolojisine baktığımızda; nefes, soluk, rüzgâr, güzel koku gibi anlamları da kuşatıyor. Bu anlamlarıyla bile şehirlerimizin birçoğu ruhanîliğini kaybetmiştir. Varolan sadece iskeletleri… Biz ise “bakma tavrı”mızı kaybettikten sonra şehirde hangi mekana, hangi gözle bakacağımızı da kaybettik. Adeta gördüğümüzü zannediyoruz, ama aslında bakışımız “körleşmiş”.

İşin bir diğer tarafı: Görme tavrınız, referansınız bir medeniyet tasavvurundan kaynaklanıyorsa, modern zaman şehirlerinin hangisine bakarsanız bakın Evliya Çelebi’nin bahsettiği “ruhanîliği” asla göremeyeceksiniz, göremiyoruz.

Görebilmek için önce görecek idrak, sonra görecek göz, sonra bakma tavrı gerekli. Devamında gördüğüyle rabıta (içsel bağ) kuracak bir bünye, yâni ruhanîlik gerekli. Bakma tavrımız olsa bile, bu tavrın yöneleceği bakılacak ve ruhunu hissedeceğiniz mekân gerekli.

Modern zaman şehirlerinde ve mekânlarında ruhanîlik yok! Medeniyet şehirlerinin ise “ruha ihtiyacı” yoktu. Çünkü onların dokularına nüfuz etmiş bir ‘medeniyet ruhu’ vardı.

Şehirlerimiz niçin ruhaniliğini kaybetti? Veya yeni şehirlerimizde niçin ruhanilik yok? Çünkü medeniyet idraki, şehir telâkkisi, mekân bilinci ve bunların sürekliliğine ilişkin şehir yöneticilerinde hiçbir bilgi, birikim, derinlik, estetik, muhteva yok. Kaygıları da yok. Onun için ortaya çıkan yapılar, insanın üzerine yürüyen, insanın üzerine çöken, adeta insanı yok etmek için inşa edilen ahir zaman alametleri gibi…

Evliya Çelebi’nin hayret ettiği ve “o kadar güzel süslemelere karşı ruhanilikten yoksundur, seyirliktir.” cümlesini bugünün şehir yöneticileri beyinlerine, ruhlarına kazımalılar. Yaptıkları mekânların “nasıl bir ruha sahip olması” gerektiği üzerinde kafa yormalılar.

Şehir yapılanmalarında yol gösterici kılavuz niteliğindeki bu cümle, ruhanîliğin tasarımı aşmış bir tasavvurdan kaynaklandığını da içeriyor.

Üstad Necip Fazıl bir yazısında “satıhta süslenmek isterken ruhta kuruduk” der. Şehirlerinizi, mekanlarınızı ne kadar görkemli yaparsanız yapın, ne kadar süslerseniz süsleyin, size ruhanîlik kokusu vermiyor, sizinle ruhanî bir bağ kuramıyorsa ‘ruhta kuruma’ başlamış demektir.

Peki, “ruhsuz bir dünya”da inşa edilen şehir ve mekânların nasıl bir ruhu olabilir? Ontolojik çatlama şeklinde çıkış, huruç olabilir mi? Henüz medeniyet kökleriyle bağlarını bütünüyle koparmamış şehirlerimizde eski mekânlarla yeni inşa edilecek mekânların ‘ruh yakınlığı’nı, ruh yansıtıcılığını sağlamak, öncelikle yeni mekânların, eskinin ‘bugün yaşayan’, bugüne taşınan ruhuna sahip çıkılmalıdır.

Ruhsuz bir şehre ruh taşımak, şehrin tarihselliğinde yatan ruhaniliğini keşfetmesine bağlıdır.

Hacı Bayram-ı Velî “ben dahi bile yapıldım taş u toprak arasında” derken şehrin ruhuna işaret ediyordu. Şehrin ruhu, şehrin tüm mekânlarına işlemiştir, sinmiştir. Tıpkı oksijenin hayatımızı kuşattığı gibi şehrin ruhu da şehri kuşatır. İnsan gibi şehir de “ruhu” ile vardır. Ruhun terk ettiği insan nasıl ki “insan” değil “ceset” ise, şehir de ruhunu terk ettiği an veya ruhu şehri terk ettiği an cesetten ibaret kalır.

Şehrin ruhu varsa dili vardır, sırrı vardır. Dünü ve yarını vardır.

“Kentsel dönüşüm” denilen istilânın şehirlerimizi kasıp kavurduğu ve hiçbir tarihsel değer, norm, kural tanımadığı bir dünyada ruhanîliğin yeri yok. Sadece seyirlik ve metabolitik mekanlardan ibaret bu dönüşüm ruhanîlik yerine insiyakî (içgüdüsel) bir refleksle izah edilebilir. Ne yazık ki dönüşe dönüşe kendini tanıyamaz ve yaşanamaz hale gelecek olan şehirlerimizde sadece ‘yiyecek arayan’ sürüngenlerden başka canlı kalmayacak!

Yaşadığımız şehrin ruhanîliğinin her geçen gün kaybolmaya başladığı bir zaman diliminde, ‘değişim, dönüşüm’ çılgınlıklarına kurban edilmesinin önüne maalesef geçilemiyor. Bunun nedeni siyasî olmaktan önce idrakî’dir. Siyasîlerde ve yerel yöneticilerde tarihsel bilinç, şehir ve medeniyet idraki olmayınca ortaya ‘kentsel dönüşüm’ denilen, insanın ve şehrin kıyameti yâni kaosu çıkıyor.

Ne kadar süslenirse süslensin modern zaman şehirlerinden ve mekanlarından ruhanilik yansımıyor!

Eskilerin “vaaz-ı cedid değil, keşf-i kadîm lazım” dediği, kadîm ve kalıcı olanı yeniden ortaya çıkarma yönünde zihinleri zorlamak gerekiyor. Tabii böyle bir zihin varsa!

(Günebakış, 4 Nisan 2012)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder