5 Temmuz 2011 Salı

BİYOLOJİK HAYAT VE ŞEHİRDE "FARKINDALIK"...

Yahya DÜZENLİ
duzenliyahya@gmail.com

Canlılar içinde yaşadığı şehrin “farkında” olan sadece insan mıdır? Çoğu kez insanın yaşadığı fakat ‘farkında’ olmadığı şehrin diğer canlılar farkındadır. O’nu hissederler. O’ndan etkilenirler, tepki verirler. Bu canlılar davranışlarıyla ‘’şehrin farkında olması gerektiği’ni insana hatırlatırlar, ihtar ederler. Sadece “biyoloji”siyle varlığını sürdüren canlılara karşı insanın ‘idrak edici”, “şehir kurucu” vasfı; şehri “yaşanmaya değer hayat”a uygun biçimde tanzim ve tezyîn edişi O’nun “şehri inşa eden ruh idraki”ni yansıtır.

Bitkiler ve böceklerin dahi, yaşadıkları “yer”le olan ‘bağ’ ve ‘ilgi’leri insanı dehşete düşürürken, ne yazık ki insanoğlu ‘yaşadığı yer’e kayıtsız kalıyor, farkında olamıyor. Şehri göremiyor, şehrin sesini işitemiyor, şehrin havasını soluyamıyor. İdrakleriyle değil de sindirim sistemiyle şehre bağlı olanların şehir idraki, midevî ‘hazım kapasiteleri’yle sınırlı kalıyor. Böylece “idrak sahibi” olmayan diğer canlılarla aynı biyolojik hayatı sürdürüyor.

Şehir’le ilgili önemli ve ilginç metinlerden birisi olan “Şehir Kuramı” isimli makalesinde Don Martindale bu konuda şunları söyler:

“Bir yaşam sistemi olarak şehir, yeni kentli-böcek ve hayvan formları oluşturarak biyolojik evrimin bizzat yapısına müfuz eder. Gümüşçün, karafatma, tahtakurusu ve hamamböceği gibi böcekler, proleterya kadar şehre özgü ve bürokrat kadar kentlidirler. Fare ve sokak kedisi; kayıtsızlık ve inceden inceye işlenmiş ‘sinizm’ kadar şehirli olan bir bakış açısına sahip şehir sakinleridir. Şehrin kuşlar aleminden de temsilcileri vardır. Geçimlerini ticaret artıklarından sağlayan serçe, sığırcık kuşu ve güvercin tıpkı diğer kentliler gibi sang froid (soğukkanlılık) ile trafikten kaçar, meydanlarda tartışır ve saçaklarda toplantı düzenlerler. Her şehrin şafak vaktinde, dairelerin, dörtgenlerin, çokgenlerin ve üçgenlerin-şehrin geometrisinin- yeryüzünden kurtulan insan ruhu gibi buğulu havada, deyiş yerindeyse, yüzdükleri anlar vardır. Yıldızlı gecelerde, şehrin kulelerinin, hayranlık uyandırıcı ışık demetinden boşalan karanlığı yırtacakmışçasına göğe taarruz ettikleri zamanlar vardır. Bu anlarda şehir, insanlığın bizzat zamana karşı keskin bir meydan okuyuşudur. “

Devam ediyor Martindale: “Geleneksel kanıtlar, eski insanların, kendi şehirlerine ait özel nitelikleri algılayıp değerlendirdiklerine tanıklık eder….. Klasik Yunan’da yurttaş, şehrin üyesi olmaktan gurur duyuyordu ve bu özelliği kendisini barbardan ayırdeden bir fark olarak görüyordu. Roma sakinleri de benzer bir kent gururu içindeydiler.”

Martindale’nin bu sözleri aslında ‘medeniyet şehirleri’nin özellikleridir. Tarihsel şehir ve yaşama kültürümüz bize, şehirleri ortaya çıkaran nedenlerin (kimi Marksist düşünürlerin aksine) insanın diğer varlıklarla birlikte sadece üretim ilişkilerine bağlı olmadan ‘yaşayabileceği’ ve yaşama nedenlerinin sadece tarihsel şartlara bağlı olmadığını göstermektedir.

Şehrin insana tevdi edilmiş bir “emanet” olduğunu düşündüğümüzde, şehre ‘sadakat’in icbar edici, zorlayıcı bir görev olduğunu anlarız. Ne yazık ki, insan dışındaki canlılar ‘bilinçsizce’ bunun farkındadırlar da, sadece insan bunun idrakinde değildir.

Şehir sadece “şehir” değildir. Kendisini aşan ancak kendinden kopmayan mânâların tecelli zeminidir.

Şehir aslında bizi “seçer”! Bu, seçim biyolojik bir seçim değildir. Kendisini emanet edeceği, kendine liyakat gösterecek insana yaşama imkânı verir. Gerisi kendilerini “şehirde yaşıyorum” zanneder. Ama asıl onlar ‘katakomp’larda, yâni yer üstünde yaşadıklarını zannederken yeraltı mezarlarında yaşarlar. Şehir kendilerinin farkındadır ancak onlar şehrin farkında değillerdir.

Bir gün şehir bizimle biz de şehirle hesaplaşacak mıyız acaba?

Şehir idrakimiz varsa evet !

Bir gün kendimize soracağız: Bu şehrin gerçek yüzü hangisiydi ? Biz yaşarken hangi yüzüyle karşılaştık? Bu sorunun cevabı bizde gizli. Bizim şehre vereceğimiz cevabın muhtevasında saklı.

Bir gün şehrin biyolojik çeşitliliğinin bir parçası olmak istemiyorsak o şehre sahip çıkmayı öğrenmeliyiz. Aksi halde, tıpkı denizin insan cesetlerini kıyıya atması gibi, şehir de kendine sahip çıkmayan insanı, kendi ruhunun bahçesinden kovar. Kovmasa da o insan, ‘yürüyen ceset’ olarak varlığını sürdürebilir.

Şehrin aklı ve şehrin zekâsı karşısında insan ne yapmalı? Şehrin zekâsının kendine duyarsız kalanlar için acımasız bir zekâ olduğunu, aklının ise kendini anlamayanlar için bir cehennem olduğunu bilmeliyiz.

Şehir, kendisini hangi kollara emanet edeceğini bilir. Hangi insana “görüneceği”ni bilir!

Siz, bir şehri imha ettiğinizi zannedebilirsiniz. Ama şehir ‘küllerinden yeniden doğma’yı bilen bir ustadır. Her an yeniden doğmayı becerebilen o binlerce yıllık ustanın sizi hafızasında işaretlemesinden korkmanız gerek! Onun için sorumluluğunuzu kuşanın! Şehrin ruhuna sahip çıkın!

Hangi şehir ruhuna? Sizi biyolojik hayata değil, ‘yaşanmaya değer hayat’a çağıran şehir ruhuna!

İnsan hayatı şehir ruhu ve hayatının yanında yalnızca bir “an”dan ibarettir. İnsan bu “an”ı nasıl değerlendirirse şehir de onu o şekilde yargılayacak ve hatırlayacaktır. Bir gün hepimiz mezara gireceğiz. Önemli olan şehrin hafızasında “mevta” olmamaktır.

Şehirde, tüm hayat belirtilerinin ortadan kaybolduğu biyolojik hayatı yaşamamak için şehrin farkında olmalıyız!

Şehrin hangi karesinde olursak olalım, yukarıdaki soruları şehrimize sorabiliyor ve tatmin edici cevaplar alabiliyor muyuz? Sorabiliyor ve alabiliyorsak şehrimizin “farkında”yız. Aksi halde diğer canlılar gibi biz de “biyolojik” hayata devam ederiz.

Hani şu külhanbeylik meşhur lakırdıyı tepetaklak edip işe yarayacak şekilde yeniden söyleyelim: “Şehre sadakat şerefimizdir!”

(Günebakış, 6 Temmuz 2011)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder