22 Şubat 2011 Salı

ŞEHİRDE HEPİMİZ "TRUMAN BURBANK"LARIZ...



Yahya DÜZENLİ
duzenliyahya@gmail.com

Yaşadığımız hayat ‘gerçek’ mi yoksa ‘sanal’ mı?

Peygamberlerin taşıdığı mesaj ve onların takipçisi büyük velîlerin, âriflerin ‘hakkel yakîn’ müşahade ettikleri ve bizi sürekli ‘uyardıkları’ gibi yaşadığımız dünyanın gerçekliği, ‘mutlak gerçek’lik olan hayatın bir ön izlemesi olduğudur. Yâni sanal bir dünyada sanal bir hayatı yaşıyoruz. Bu hayat “aslı burada var olmayan” gölge bir hayat… Gerçekliğin bizi çoğu kez yanıltan yansıması… İnsanın mükellefiyeti; bu sanal hayatın pasif bir nesnesi olmaması, varlığın bilincine varması ve ‘kim’liğini sorgulamasını gerekli kılıyor. “Varlığın idraki” burada… Gerçek zannettiğimiz sanal âlemin farkına varmak, insanın en büyük meselesi…

Sanal âlemin kurguları bazen ‘kendimizi’ ve yaşadığımız hayatı sorgulamaya götürüyor. Kurgular, kurgulayanın farkında olmadığı bir ‘temel gerçeğe’ idrakleri yöneltiyor… Filmler de ‘hayattan kesitler’ taşıyan sanal filtreler olmalarına rağmen bazen bizi ‘ben’imizle ‘kendimizi idrak’le karşı karşıya getirirler.

Peter Weir’in “The Truman Show” adlı eseri de bu türden bir film…

“The Truman Show”u seyredenler hatırlarlar. 1998 yılında vizyona giren filmin ilginç bir konusu vardır. Bir TV kurumu, terk edilmiş bir bebeği sahiplenir ve ona Truman adını verir. Truman’ın etrafında, gerçekte var olmayan, gerçekliği olmayan sanal bir ada oluştururlar. Truman bu adada büyür, hayata atılır, sigortacılık mesleğini icra eder. Yaşı ilerlemesine rağmen bulunduğu adada aslında hapis hayatı yaşadığını, bulunduğu yerin büyük bir stüdyo olduğunu bilmez. Kahramanımızın tüm hayatı her karesiyle canlı yayında kitlelere seyrettirilir. Adanın adı “Seahaven”dir. Bu sanal hayatta Truman hariç herkes senaryo gereği rollerini oynayan oyunculardır. Truman Burbank ise televizyon show’unun ana oyuncusu olduğunu bilmeden “gerçek zannettiği” hayatını yaşamaya devam eder. Herkes Truman’a ‘yaşadığı hayatın ne kadar mükemmel bir hayat olduğu”nu telkin eder. Hayatı 24 saat boyunca tüm dünyaya canlı olarak seyrettirilir. Fakat uzun bir süre sonra Truman bazı şeylerden şüphelenerek gerçekleri öğrenmeye başlıyor.

Truman yaşadığı sanal hayatın sonunda adadan kaçmaya çalışır ve denize açılmak üzere harekete geçtiğinde “gerçek hayat mekânı zannettiği” stüdyonun duvarına çarpar ve müthiş gerçeği o zaman anlar.

Aslında hepimiz yaşadığımız dünyada/şehirde, farkında olmadığımız böyle bir senaryonun oyuncuları mıyız? Figüranları mıyız?

Modern zamanların metalik ve mekanik şehirleri içerisinde yaşadıklarımız, farkında olalım veya olmayalım bizi böyle bir hayatı sürdürmeye ‘mahkûm ettiren’ bir atmosfere sahip.

Öyle şehirlerde yaşıyoruz ki; bu şehirlerin ‘gerçekliğini sorgulama’yı bile aklımızdan geçiremiyoruz. Sorgulamaya kalkışsak bile, kendini ele vermeyen bir soğuklukla bizden kaçıyor… Aslanda biz bu ‘kurgu şehir’de gerçek hayatı yaşadığını zanneden Truman Burbank’larız adeta. Farkımız; şehirden kaçmak için harekete geçtiğimizde şehrin duvarlarına çarpsak da bir ‘fanus içinde’ olduğumuzu anlayamamamız.

Modern zamanların sanal şehirleri bir TV stüdyosu gibi bize ‘mutlak gerçeklik’ olarak sunuluyor. Sunumu yapanlar malûm meçhuller… Senaryoda yerimiz hep aynı. Yüzyılımızın şehir ve insan ‘algı’sı bizi nerede olursak olalım, hangi tarih-kültür mirasına sahip olursak olalım aynı sona doğru hızla itiyor. Batılı-Doğulu demeden herkes bulunduğu şehirde gerçek zannettiği sanal rolleri oynuyor.

Büyük muhakkik mimar Turgut Cansever bunu, yüzyılımızın “kültür çöküntüsünün belirgin özelliklerinden biri, gayri insanî tekdüzeleşme”si olarak ifade ediyor.

Truman Burbank’ın yaşadığı hayat aslında hepimizin yaşadığı hayat… Hatta Truman, bizden daha çok varlık bilincini taşıyor. Biz, böyle bir hayatın içinde olduğumuzu bilmemize rağmen habersizmişçesine bu hayatı yaşıyoruz. Sanki “aslolan gerçeklik değil, sanallıktır”a iman etmiş mü’minleriz. Bu imanı taşıdığımız sürece Truman’ın “Seahaven”inde yaşamaya devam edeceğiz. Truman dışında her şeyin sahte, kurulup-yıkılabilen yapay bir dekordan ibaret olduğu hayatı, daha iyi bir hayata tercih edemediğimiz için burada yaşamaya mahkûmuz.

Yaşadığımız şehir-stüdyo o hale getirildi ki, her dekoru paslanmış, küflenmiş, dökülmeye yüz tutmuş çehresiyle bize ısrarla gerçek kimliğini dikte etmeye çalışsa da biz bunu görmek istememekte ısrar ediyoruz.

Sözün burasında Üstad’ın “Çile”sinden mısraları hatırlıyoruz:

“Bu nasıl bir dünya, hikâyesi zor;


Mekânı bir satıh, zamanı vehim.


Bütün bir kainat muşamba dekor,


Bütün bir insanlık yalana teslim.”



Şehirde bize sunulanların baş döndürücü büyüleyiciliği karşısında sarsıntı geçiriyoruz. Zaten modern zamanların insanı esir alan en önemli enstrümanları: Hız, renk, ritm ve büyü… Şehir, sesi ve rengini bunlarla sergiliyor.

The Truman Show filminde bir cümle var ki, insanın şehirde nasıl aldatıldığını ve sanal bir dekora mahkûm edildiğini ortaya koyuyor:

“Dışarıda, benim sana sunduğum dünyadan daha fazla gerçek yok!”

İnsana, kendisine sunulan sanal dünyanın gerçekliği kabul ettiriliyor. Ve biz, hepimiz şehrimizi de tüm yeryüzünü de Seahaven gibi zannediyoruz.

“Şehir Stüdyo”ya hapsedildiğimizin farkına vardığımız zaman insanî gerçekliğimizin de farkına varırız.

Şehrimize bir de The Truman Show’da yaşıyoruz gibi bakmaya ne dersiniz?

(Günebakış, 23 Şubat 2011)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder