14 Şubat 2011 Pazartesi

1930'LARIN "ŞEHİR KATLİAMI"YLA BUGÜNÜN "ŞEHİR KATLİAMI" ARASINDA FARK VAR MI?

Yahya DÜZENLİ
duzenliyahya@gmail.com

Tarihten ne kadar kaçarsanız kaçın, ne kadar reddederseniz reddedin, öyle bir an geliyor ki bilinçaltınıza yerleşen ‘tarih kodları’ sizi bırakmıyor, onlardan sonuna kadar kaçamıyorsunuz. Aslında tarihten değil, bilinçaltınızdaki ‘saplantılar’dan kaçıyorsunuz. Bilinçaltınız sürekli ‘tarih sendromu’ yaşarken, siz tarihe karşı verdiğinizi zannettiğiniz savaşın sonunda yenilgiye uğradığınızı bile fark etmiyorsunuz.

Bu durum herhalde sadece bize mahsus bir “ruh hastalığı” olsa gerek.

Şehir tarihinde de öyle… Tarihten kalan ne varsa onları yok etme, kalanlardan da tiksinme ve onları görmeme adına şehirde yapılanları önce alkışlasanız, onaylasanız da, giderek “insana göre” bir şehir tasarımı değil, ‘tarihinden intikam alma adına’ bir şehir terziliği-katliamı yapıldığına şahit oluyorsunuz.

Tarihinden, tarihselliğinden kopartılan şehir sizi sürekli kovalıyor. Bir süre sonra reddettiğiniz, kaçtığınız tarihin veya tarihî şehrin silüeti altında eziliyorsunuz, ona izah edemediğiniz bir hayranlık duymaya çalışıyorsunuz. Ancak bu sadece bir kültür hayranlığıdır. İçselleştirilmiş, hazmedilmiş bir tarihî kültür değil.

Trabzon da bu anlamda 1930’lu yıllarda ‘büyük katliam’lar yaşamış bir şehirdir. Şehir katliamı, cumhuriyet ideolojisini ne pahasına olursa olsun yerleştirme adına yapılmıştır. Konunun ayrıntılarına girmeyeceğiz. Sadece İmaret külliyesinin yıktırılıp üzerine bugünkü Atapark’ın inşa edilmesi örneği yeter…

Medeniyet şehirlerinin böyle bir trajik kaderi var. Tarihte, ‘yaşanmaya değer hayat’a tecelligâh olan şehirlerin muhteşem bir kemalden müthiş bir zevale uğraması neredeyse kaçınılmaz olmuş.

Cumhuriyet ideolojisinin önemli yazar, edebiyatçı, siyasetçi ve mübelliğlerinden Falih Rıfkı Atay’ın 1932’de bir gazetede yazdığı ‘alev ve beton’ başlıklı yazısı 79 yıl sonra günümüz şehirlerine, özellikle de şehrimize yapılan ‘kötülük’leri anlatıyor sanki. Cumhuriyet ideolojisinin şehir tasarımında, tarihî binaların-mekânların yıkılıp batıdan apartılan apartmanlarla donatılması karşısında Falih Rıfkı isyan ediyor. Sadece İstanbul’da yapılanlar karşısında donup kalan yazar, diğer medeniyet şehirlerinde yapılanları görseydi nasıl tepki verirdi bilemiyoruz. Falih Rıfkı, kendi tarihine duyduğu nefreti sözkonusu yazısının sonunda “biz maziye bin kere daha üstün bir istikbale doğru giderken, hiçbir işimizde sevmediğimiz maziye hasret çektirecek müsamahalara göz yummamalıyız.” diyor. Böylesine bir tarih nefreti haçlıları bile çıldırtacak türden bir nefrettir.

Falih Rıfkı, 1930’larda İstanbul’daki şehir katliamı ve şehrin betonlaştırılmasına isyan ediyor: “Kırmızı alevden daha korkunç bir canavarın, zevksizliğin, bilgisizliğin, kontrolsüzlüğün canavarlaştırdığı betonun bu sefer İstanbul’un bütün güzelliğini yalnız tahrip değil, yok ettiğini göreceksiniz…. Hep birbirinden kopya, plan parası verilmemek için yapı kalfalarının kafasından çıkmış ve kalfa kafası kadar karışık ve berbat apartmanlar, hep birbirine denizi kapayarak, hep bahçeleri sökerek, müthiş bir çığ gibi yuvarlanıp duruyorlar… O kadar ki.. bütün şehircilerin ve hijyen adamlarının ikametgâh hakkındaki bütün kararlarının tersine şehircilik ilmine taban tabana zıt olarak hiçbir mimarî zevki olmayan san’atın, tabiatın, hıfzıssıhhanın, ilmin, fennin, düşüncenin ve duygunun aleyhine ve inadına İstanbul şehri çirkinleştirilmekte ve artık ne alev, ne de zelzele ile temizlenemeyecek tarzda çirkinleştirilmektedir. Cahil ve san’atsız beton canavarını çabuk sıkboğaz ediniz.”

Bugün, şehirlerimizde ‘kentsel dönüşüm’ adına yapılanların bilgisizlik ve zevksizliği aşmış bir ‘şehir ihaneti’ olduğunu söylemenin bile fantezi olduğu idraksizlik ikliminde yaşıyoruz.

1930’larda “devlet eliyle” yapılan şehir katliamı 2010’larda gene “devlet eliyle” yapılıyor. Devletin sadece şehirlerimize değil, en ücra kasabalarımıza kadar bir “mızrak” gibi sapladığı “TOKİ” yapıları, 1930’lu yılların cumhuriyet ideoglarının hayallerini süslüyordu. Ömürleri yetmedi ama tasarladıkları şehirlere ‘devlet eli’ 70 küsür yıl sonra ulaşabildi. Onlar bile temelini attıkları (daha doğrusu tarihî temelini yok etmek istedikleri) “cumhuriyetin şehirleri”nin bu derece ‘görkemi’ karşısında şaşkınlıktan dillerini yutarlardı herhalde!

1930’ların edebiyatçı, sanatçı, siyasetçi, şehir plancısı, devlet adamı, vs.leri bugünün devlet yöneticileri (özellikle de TOKİ)’nin marifetiyle şimdi mezarlarında rahat uyuyorlardır (!)

Falih Rıfkı gibi bir “Cumhuriyet İdeologu”nu 1930’larda çıldırtacak şehir katliamları 2010’larda TOKİ’nin “Kentsel dönüşüm”lerinin muhteşem başarıları olarak karşımıza getiriliyorsa o şehri idrak terk etmiş, ahlâk ve zevk o şehirden kaçmış demektir.

Bugünün iktidarları, bayındırlık ve imardan sorumlu bakanları, TOKİ yöneticileri belki Falih Rıfkı’nın sözkonusu yazısını okurlar da “ne yaptıkları”nı sorgularlar. Yaptığı işin ‘marifet’ olduğunu ve de ‘taltif’ edildiğini, alkışlandığını görenlerin böyle bir sorguya ihtiyaç duymadıkları da bir gerçek. Problem; dünün medeniyet idrakli mimarı ile bugünün ‘kalfa kafası’ arasındaki farktadır. Tarihî şehirlerimizin inşası ile TOKİ’nin oluşturduğu şehir siteleri arasındaki ‘idrak’ farkı, problemin kaynağıdır.

Şehirlerimizi “kırmızı alevden daha korkunç bir canavar”ın zevksizliği, bilgisizliği ve idraksizliğine teslim ederseniz ortaya gördüğünüz şehir manzarası çıkıyor. TOKİ adeta şehirlerimizin DOKU’suna musallat olmuş bir kasırga gibi esip yıkmaya devam ediyor.

Büyük Şair Fuzulî’nin meşhur mısraının ilgili olmamasına rağmen yeri burası: “Ben isterim belâyı, çün ister belâ beni !”

· Doğruyu gösterme imkânına sahipken yanlışla,
· Güzeli inşa etme imkânına sahipken çirkinle şehirlerimizi istilâ eden ZİHNİYET ancak yeni bir zihniyet ve idrakle yok edilebilir.

Şehrimiz Trabzon’a da bir ‘fatih’ edasıyla davet edilen ve giren TOKİ, bakalım daha ne işgallere, ne katliamlara imza atacak? Bunun hesabını, daha doğrusu faturasını gelecek nesiller hak etmedikleri biçimde ödeyecekler!

Ne yapalım?

Şehrimize bakıp da Yahya Kemal gibi hüzünlenelim mi?

“Şehirden çıkıp birkaç fersah uzaklaştıktan sonra, bir dağ tepesinde birkaç saat geçiren insan, bu zamanlarda, fena bir rüyadan uyanır gibi oluyor. Ruh da tıpkı hava gibi alçaklarda bulanık, yükseklerde saf; şehirlerden dağlara çıkınca tortusu dibe iniyor…”

Biz de şehrimizden uzakta şehrimizi seyrederken bunları düşünüyoruz.

(Günebakış, 16 Şubat 2011)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder