17 Kasım 2010 Çarşamba

ŞEHİRDE FİRKAT VE VUSLAT

Yahya DÜZENLİ
duzenliyahya@gmail.com

Kültürümüzde “firkat” ve “vuslat” üzerine yâni, ayrılık ve kavuşmak üzerine yazılı ve sözlü birikim hiçbir kültürde olmayacak kadar çoktur. Sadece “bize mahsus” bir varlık idrakinin tezahürleri olarak firkat ve vuslat, kelimelerin ötesinde bir “hal idraki”dir. Özellikle sûfîlerin kelâmı, velîlerin halleri firkat ve ayrılığın yakıcı tablolarıyla doludur. Firkat ve vuslat dile getirilebildiği nisbette ‘hakikati kuşatılamayan’ bir haldir. Çünkü, dil hâle ne kadar tercüman olabilir ki? Bunu bilen ârifler “firkat” ve “vuslat” ateşiyle kavrulurlar, bu ateşi dışa vurmazlar. Bu kavruluştan nefesleri bazen dile dökerler. Dil, ne kadar becerebilirse kalbin hallerini ifşaya çalışır.

Firkat’in de vuslat’ın da kaynağı Aşk… Onun için dile dökülmesi zor haller..

Büyük Velî-Ârif Ahmet Gazalî “Sevânihu’l-Uşşak”ın 28. faslında “Ayrılık, vuslattan bir derece üstündür; zira vuslat olmazsa ayrılık olmaz, yani ayrılık vuslattan sonra gelir. Gerçekte vuslat bizzat kendinden ayrılıktır. Öyle ki aslında ayrılık kendine kavuşmadır; ancak bu durum, olgunlaşmamış âşıkta olmaz; çünkü âşık, henüz tam anlamıyla pişmemiştir…” der.

İndirgemeci bir anlayışa düşmemek kaydıyla, Gazalî’nin bu hikmetinden pay alarak söyleyelim ki; İnsanın mâsivâ denilen dünya macerası/hayatı aslında sürekli firkat-vuslat arası geliş gidişlerle doludur. İnsan niçin firkat ve vuslat arasında yaşar? Çünkü, geçici olarak koptuğu, ayrıldığı, firkatte olduğu “asıl “ âlemin bu dünyada ‘vuslat’ı üzere yaşar. O âlemin visali hayatını manalı yapar. İnsan, dünyaya gelmekle “asıl alem”den ayrı düşmüştür. Oraya kavuşmak ister. Dünyada kendisini geçici görmesi firkat hali, geçici olmayana duyduğu arzu ve iştiyakı da vuslat halidir.

Karadenizli yaşlı bir kadına “aşk nedir?” diye sormuşlar. “Seversin alamazsın aşk olur.” demiş. Firkat ve Vuslatın kaynağı aşkı herhalde anlatabilecek güzel cümlelerden birisi bu olsa gerek.

Firkat ve Vuslat’la şehrimize yaklaştığımızda, şehrimizi bu iki yakıcı kelimeyle görmek istediğimizde; şehrin hakikatine nüfuz ederiz. Şehrimizden ayrılığımızda vuslatın, şehrimize yaklaştığımızda firkatin yükseldiğini görürüz, hissederiz. … İnsanın, yaşamalar âleminde şehrine duyduğu yakınlık “aşk”a dönüştüğünde “firkat” ve “vuslat” hallerini yaşar..

Hasret, hicran, elem gibi kelimeler de “firkat ve vuslat”ı yorumlayan, onları hale dönüştüren ifade biçimleridir.

Şehirden ayrılık ve şehre kavuşmak fizikî bir olay değildir. Bizim şehirle kurduğumuz ilgi kalbîdir. Aşk’ın konusudur. Büyük Velîlerin, âriflerin ve ediplerin insan vücudunu bir şehre benzetmeleri ve “kalb”i şehrin merkezine yerleştirmeleri, insanın şehirle olan ilişkisinin sadece fizikî bir ilişki olmadığına işaret eder. Aziz Mahmut Hüdai Hz.leri “Ey bu gönlüm şehrini bin lutf ile âbâd eden” diyerek bu manaya dikkat çeker.

Kurban Bayramı vesilesiyle bunlar döküldü kalemimize…

Kurban Bayramı’nda firkat ve vuslat (ayrılık ve kavuşmak)ı hatırlamak, bu kelimelerle, bu hallerle şehrimize bakmak “şehrin mânâsı”nı kavrayabilmek için önemlidir. Çünkü Kurban’ın anlamının “yakınlaşma” olması, bu manâsıyla vuslat (kavuşma)ı hatırlatıyor.

Şehrimizi düşünerek Ahmet Gazali’nin “Ayrılık, vuslattan bir derece üstündür” sözünü irdelediğimizde, kavuşmanın anlamını ‘ayrılığımızı’n farkına vardığımızda hissedebildiğimiz gerçeğiyle karşılaşıyoruz. Muhiddin Arabî’nin “Zıdlar birbirine o kadar yakındır ki birleşselerdi bir daha ayrılmazlardı!” hikmeti, Gazali’nin “Vuslat bizzat kendinden ayrılıktır. Ayrılık kendine kavuşmadır” ifadesiyle aynı anlama geliyor.

Gazalî’nin cümlesini şehre uyarlarsak; “Şehre kavuşmak, şehirden ayrılmaktır. Şehirden ayrılmak da şehre kavuşmaktır.” Birbirine tezatlı görünen bu ifadelerdeki sırrı anladığımızda kendimizi de, şehrimizi de anlarız. Ne zaman? Yunus Emre’nin “Hamdım, piştim” dediği kıvama, Gazalî’nin “tam anlamıyla pişme” dediği kıvama kavuştuğumuz zaman.

Bu kıvam yoksa, firkatten de vuslattan da nasibimiz olmaz. Olsa olsa (Üstad’ın mısrasıyla) “Var olan yoklukların ömrünü sürüyor” oluruz.

Sözümüzün burasında Üstad’ın 1946’da yazdığı “İstanbul” başlıklı yazısından aldığımız bölümle firkat ve vuslatın kaynağı “aşk”ın şehir gerçekliğine nasıl yansıması gerektiğine bakalım:

“Ben İstanbul’un kara sevdalısıyım.
Sevmek; ne kolay lâf bu böyle!..
-Filân şeyi seviyorum, filân şeyi sevmiyorum!
Diye, en ucuz, keyfî ve insiyakî hükümlerimizi, çok defa bu lâfla ortaya atarız. Halbuki bana sorarsınız, sevgi kadar basit ve girift, alelâde ve harikulâde, hiç ve her şey hesabını vermediğimiz ve vermeye mecbur olduğumuz nesne yok bu dünyada.

Ben İstanbul’un kara sevdalısıyım…

Ve sevmek fiilinin, alelâdelik içinde harikulâdeliğe eş olarak, onu ancak en girift tecellisi içinde canlandırabileceğine inanıyorum.”

Şehrimizi bu anlamda “sevebiliyor” muyuz? Üstad gibi firkatte vuslatan, vuslatta firkatin farkına varabilenler ancak şehrini sevebilir. Gerisi şehrin plâstiğine, maddesine tutkunun ötesine geçmez.

Firkat ve Vuslat’ın hakikatinin âriflerin dilinde ne anlama geldiğinin idrakinde olarak; eğer şehrimiz bize yaşadığımız dünyanın bir gölge gerçeklik olduğunu ve bu ‘görünüş’ün asıl gerçekliğin basit bir yansıması olduğunu hissettirebiliyorsa ve böyle ancak bir şehrin “sevilmeye değer” olduğunu bilebiliyor ve sevebiliyorsak ne mutlu…

Kurban Bayramı vesilesiyle şehirde firkat ve vuslatı (ayrılık ve kavuşma) hatırlayabilme idraki, kurban idrakidir…

(Günebakış, 17 Kasım 2010)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder