25 Haziran 2010 Cuma

TARİHÎ ŞEHİRLERİN KONSERVASYONU VE ŞEHRİMİZ -III-



Yahya DÜZENLİ
duzenliyahya@gmail.com

“Tarihi şehirlerin konservasyonu”na şehrimiz Trabzon merkezli devam ediyoruz. “Tarihî şehir”, üzerinde hayatın sürmediği, müzelik, antik bir anlam ifade eden bir kavram değildir. Bizim “tarihî şehir”den kasdımız; o şehrin coğrafyası, tarihi, mimari ve kültürünü kadîm zamanlar boyunca sürdürmesi ve “tarihî devamlılığı” oluşturacak “köprü şehir” kimliğidir. Kendisini bugüne ve geleceğe taşıyabilen şehirdir. Yoksa, ülkemizin her bölgesinde benzerleri bulunan “antik şehir kalıntıları” bugün nekropol: ölüler şehri olarak varlığını sürdürmektedir.

Tarihî şehir; kadîm zamanlar boyunca ve halen “yaşayan”, kendisini “yaşanılabilir” kılan şehirdir. Bir şehrin “yaşanılır” olabilmesinin temel özelliği “tarihî karakter”idir.

Tarihî karakter; “tarihte kalmış karakter” değil, geçmişle geleceği “yaşanılabilir şimdi”yle buluşturabilen, şehri geleceğe taşıyabilen özelliğidir. Şehrin bir zamanlar sahip olduğu ancak, günümüzde müzelik değerden başka bir aktüel değeri kalmayan, sadece turistlerin meraklı bakışlarına konu olan ölü mekânlar ve malzemelerden ibaret yüzü değildir. Anadolu coğrafyasında böyle birçok şehir potansiyeline sahip olmamıza rağmen, bu potansiyeli realiteye dönüştürecek “şehir idraki” olmadığı için “şehir hazinelerimiz” yöneticilerin gaflet ve ihanetiyle zamanın yok ediciliğine terk ediliyor ve “neyi kaybettiğimiz”in bile farkında olamıyoruz.

Şehrimiz Trabzon da, bugününü tarihî karakterine borçlu şehirlerden… Ancak, ne tarihî süreklilikten ne de şehir karakterinden nasibi olmayanların ruhsuz yönetiminde bugünlere gelebilmesi, onun “özgül ağırlığı”nı gösteriyor. Böyle bir şehrin “istif edilmiş” malzemelerin bir arsada çevresinin örülüp kilitlenmesi şeklinde korumaya alınması değil; tarihî karakterini modern zamanlara sirayet ettirebileceği bir “konservasyon” anlayışıyla varlığını sürdürmesi gerekiyor.

Bu anlamda, şehrimizi zihinlerimizden uzaklaştırmadan “Tarihî kentlere yöneltilen tehditler” ara başlığında Graeme Shaukland’ın önemli makalesini okumaya devam edelim:

“Tarihî kentlerden çoğunun korunması daha çok bir rastlantıyla olmuştur. Gelecekte bunlar büyük ihtimalle bilinçli kararlarla korunacak veya hiç korunmayacaktır.

Savaşların ilk yaşandığı yıllarda kentlerin yağmalanması normal bir olaydı. Yine de onca boğazlama ve kundakçılığa karşı yapıların ahşap olup çabuk yandığı Japonya ve Orta Avrupa şehirleri dışında, kentlerin ana dokusu yaşamını sürdürdü. Son yüzyıl içinde şehirler tahrip gücü yüksek patlayıcılarla yerle bir oldu. Bunlardan bazıları sonradan tıpkı orijinalleri gibi yeniden inşa edildi.

Bugün en büyük ve en yaygın tehdit modern yaşamın getirdiği isteklerden kaynaklanıyor; nüfus konusunda baskılar, refah düzeyinin giderek artması, kamu hizmetleri, özel spekülasyon ve hepsinden çok motorlu araçlar gibi. Değişim için yapılan baskılardan çoğu şehrin kendi içinden, özünden geliyor…”

Şehrin varolan ve her an biriken problemlerinden kaçmak için panik halinde “geçmişe sığınma” tedavisi olmayan bir çaresizlik halidir. Bu çaresizlikten kurtulmak için şehrin modern zamanlarda varoluşunu mümkün kılacak tarihî dokuyla bütünleşmiş kapılar açmak gerekir. Shaukland’ın söylediği gibi: şehrin tarihselliği, modern zamanlar ve sonraki zamanlar için değişim ihtiyacını da içinde barındırıyor. Tarihî arka plânından sapmadan değişme ihtiyacı şehrin “varolma iradesi”nin tezahürü oluyor.

Trabzon da böylesine bir değişimle karşı karşıyadır. Ancak bu değişimi, dudak tiryakiliği cinsinden “değişiyoruz, dönüşüyoruz, dünya kenti oluyoruz, yeniden yapılanıyoruz” şeklinde “kavram kirliliği”ne heba ederek ortaya TOKİ’nin heyûlalarıyla inşa, daha doğrusu işgal edilmiş bir modern şehir çıkarmak, şehrin intiharına sebep olmaktır.

Ne intihar edenin, ne de seyredenlerin olayın “niçin”ini anlamadığı bir anestezi hali…

Endişemiz, geri dönüşü mümkün olmayan bu yola girilmemesidir. Bu yol açıldığı ve yüründüğü, hele de alışkanlık kazanıldığı gün, şehrimize “elveda” demenin vakti geçmiş olacaktır.

Shaukland’ın anlattığı Unesco’nun 1970’de Japonya’da düzenlediği konservasyon toplantısında yaşanan bir olayın trajikliğini şehrimizde yaşamamayı diliyoruz:

“Kyoto ve Nara’da düzenlenen konservasyon toplantısında Profesör Kaizaku çok sevdiği gerçekten güzel bir caddeyi seyrederken şöyle demişti: ‘Burada hiçbir şey benim çocukluk yıllarımdan beri değişmemiş.’ Çevresindekiler Profesöre büyük nezaketle, bir tel şebekesine destek veren on metre takviyeli beton bir pilon önünde durmakta olduğunu söylediklerinde Kaizaku gülümseyerek cevap vermişti: ‘Evet biz Japonlar artık takviyeli beton yutmaya alıştık.’
Kıssadan hisse çıkarıyor Shaukland: “Takviyeli betonun mide bulantısı yaptığını, kişiyi kusturduğunu kanıtlamak kolay olmuyor.”

Yaşadığımız şehirde göremediğimiz bu trajediyi de bir cümleyle ifade ediyor: “Ne yazık ki giderek daha sık rastladığımız kötü görünümlü manzaraların insanlar bazen farkına bile varmıyor; olan biteni anlayan sadece turistler veya evvelce kentte yaşayıp da ayrılmış olan, sonra tekrar kente dönen kişiler. Bunlar çevreye dikkatle bakıyorlar….”

Tarihî şehirlerin gerek bütünü gerekse de eski mekânları arkeolojik değer olarak muhafaza edilmesinin şehrin bugünü ve yarınına ‘turist merakı’nın ötesinde bir katkısı ve faydası yok. Çünkü şehir ancak “canlı bir organizma” ise değeri vardır. Müzelik veya müzedeki değer ise ’ölü bir değer’dir. Tarihî şehirlerin bütün olarak veya parça mekânlar olarak yeniden canlı bir organizmaya dönüştürülmesi oldukça zor. Bu konuda Şam örneğini veren Shaukland şunları söylüyor: “Sosyal ve ekonomik gelişmenin konservasyon planlarıyla çatıştığı durumlar da olabilir. Şam kentinin planlamasını yapan mühendisi alalım. Kentin kültür değerlerine içten özen gösteren bu kişi eski Şam kentinin konservasyonu için pratik bir plan uygulamak istemiş, sorunu şu sözlerle ortaya koymuştur: ‘Her iki taraftan saldırı altındayım. Arkeologlar hiçbir şeye dokunulmasın her şey olduğu gibi restore edilsin istiyor; yenilikçiler ise eskiden kalma ne varsa hepsinin silip süpürülmesinden yana…” Böylesine zorlukların yaşanacağı bir tarihî şehirde, her şeye rağmen yarına taşınması gereken varlığını ‘yaşanabilir’ kılmak için uğraş vermek gerekiyor.

Ülkemizdeki tarihî şehirlerde yaşanan refah ile şehrin dokusu-kimliği arasındaki çelişkiye batı şehirlerinde de rastlanıyor. Shaukland şöyle diyor : “Avrupa’daki kentlerin çoğu bugünkü haliyle bile tarihî değer taşır. Endüstrileri ve hizmet alanları vardır. Kendilerine özgü tarihi binalara ve parklara ve başka açık mekanlara sahiptirler. Ne var ki bunların tümü daha çok yer, daha çok yeniden yapılanma, ve sürekli artan trafik karşısında devamlı tehdit altındadır. Eski ile yeni arasındaki dramatik kontrast şehrin belirleyici karakterinin bir kısmını oluşturur. Yine de refah baskı yapıyor ve yaşamın süregelmesi devamlı bu baskıların tehdidi altında…”

Şehirde yaşayanların refahı arttıkça şehrin estetiği ve yaşanılabilirliği, çekim gücü artması gerekirken, tam aksine şehrin çirkinliği, boğuculuğu ve iticiliği öne çıkıyor. Niçin? Tek ölçünün, yegane belirleyicinin ‘refah’ olması, başka hiçbir insanî unsura yer bırakmıyor. Tek ölçü: Pazar.

Yazımızı gene Shaukland’ın önemli bir cümlesiyle tamamlayalım: “Persepolis, Teotihuacan, Stonehenge, Alhambra, Versay, Pompei, Ankor Wat gibi anıtlar kendilerini üretmiş olan kültürlerin en değerli simgeleridir.” Şehrimizin tarihselliğine ve tarihî mekânlarına bu gözle bakabilmek lâzım.

Şehrimizi üretmiş olan medeniyet ve kültür; şehrimizin ürettiği değer ve kültürle şehrimizin bugününü kurtaracak, yarınını kuracaktır.

(Günebakış, 30 Haziran 2010)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder